Michel Foucault: Hapishanenin Doğuşu
Kültür ve Sanat - 18 Ocak, 2021 - Okuma Süresi: 8 Dk.
18 Ocak, 2021
Michel Foucault'un ünlü kitabı Hapishanenin Doğuşu hakkında kısa bir inceleme yazısı. Daha çok sosyoloji okumalarının etkisiyle okunmuş ve değerlendirilmiş bir yazı diyebiliriz. Hapishane ve gözetleme kavramlarına bu kitaptan sonra daha farklı yaklaşacaksınız.
Michel Foucault’un, “Hapishanenin Doğuşu’’ kitabı, Türkçe’ye çevrilmiş baskısının bu başlığından daha çok esas Fransızca baskısı olan ve gözetlemek ve cezalandırmak kavramlarının tarihsel süreçteki izlenimlerini yansıtan bir kitaptır.
Kitap, 1757 yılındaki bir mahkûmun azap çekmesine dayalı cezalandırılmasından başlıyor ve bu cezalandırmanın tarih boyunca aydınlanma düşüncesiyle belki de daha ‘insani’ boyutlara ulaştığını gösteriyor. Bu düşünceye Foucault tarafından bakıldığında ise aslında bu kadar basit bir denklemin olmadığını egemen ve iktidar gibi kavramların insan hayatını nasıl çepeçevre saran bir karmaşık denklem olduğunu görüyoruz. Foucault, bu kitapta toplumdaki güç ilişkilerinin nasıl değişip dönüştüğünü ve hapishane dışında bir hekimin, öğretmenin hatta ikili bir ilişkinin bile içindeki o iktidar temasına ve bu terazinin varlığına odaklanıyor.
Foucault’un yöntem olarak jenealoji yani soy kütüğü kullandığı söylenir. Soy kütüğe göre tarih, sürekli bir yükselişle ve ilerlemeyle devam etmez. Hapishanenin Doğuşu kitabında da anlayabileceğimiz gibi, tarih basit bir şekilde aydınlanma düşüncesiyle ve insan hakları savunusuyla ilerleyen gelişen bir cezalandırılma sistemini göstermiyor. Cezalandırma tarihi bilhassa insanlığın tarihi bu ilerlemeye, aydınlanma düşüncesinin başlattığı yeniliklerle sürekli gelişen bir tarih değildir. Bu bağlamda kitapta Foucault’un göstermeye çalıştığı konu da bu yöntemle ortaya çıkmaktadır. Tarihsel bir ilerlemeden söz etmek gereksizdir bunun yerine aslında iktidarın, halkı yönetme şekillerinin değiştiğini ve egemenin güç sınırlarının geliştiğini söylemek mümkündür. Kitapta da bu yöntem kullanılarak azap çektirerek cezalandırma yöntemlerinden, gözlerden uzak kapalı hapishanelere geçişin nasıl sağlandığı anlatılmak istenmiştir. Bu bağlamda disiplin, gözetleme ve cezalar üzerinde durulmuş, bu kavramlarla anlatılmak istenen süreç daha detaylı ve nedenleriyle anlatılmıştır.
Kitaptaki cezalandırma mekanizmasının değişme sürecine değinirsem eğer, suçlunun halkın gözü önünde büyük meydanlarda acı çektirilerek vahşice katledilmesi esas itibariyle egemenin gücünü pekiştiren bir güç gösterisidir. Bu güç gösterisinin değişmesini sağlayan şey ise, suçlunun son kez söylediği sözlerin halkın vicdanına dokunması ve egemenin büyük güç manzarasının sekteye uğramasıyla oluyor. Bu gösterilerin zamanla yok olmasının ve suçlunun gözden uzakta fiziki müdahale pek olmadan cezalandırılması ve hapsedilmesinin sebebi insan hakları ve aydınlanma düşüncesi, ilerlemeci bir tarih anlayışı gibi olgulardan uzak olduğu görülmektedir. Daha çok egemenin, gücünü nerelerde nasıl kullanabileceğini ve nasıl otoritesini sağlamlaştırabileceğini merkeze alan bir düşünceyle azap çektirmenin son bulduğu anlaşılıyor.
Madem ki bedene değil o halde ruha müdahale edilmektedir. Bedeni kudurtan kefaret cezasının yerine kalp, düşünce, irade, ruhsal durum üzerine derinlemesine etki eden bir ceza geçmelidir. Mably ilkeyi bir keresinde ebediyen geçerli olarak formüle etmiştir: “Eğer deyim yerindeyse, ceza bedenden çok ruha yönelik olmalıdır.
(Michel Foucault, Hapishanenin Doğuşu, çev. Mehmet Ali Kılıçbay, sayfa: 51)
Kitaptaki bu cümleden de anlayabileceğimiz üzere, cezalandırılma şekli tamamıyla boyut değiştiriyor ve bu boyutları da artık suçlunun hayatına dayatmakla kalmayıp, suçluyu “disiplin’’ içine sokmaya bir anlamda “ıslah’’etmeye yönelik yeni bir boyut kazanıyor. Foucault’un disiplin bölümüne ayrıca başlık açması bu konunun temellendirilmesi kitapta o kadar iyi anlatılmış ki, askeriyeden bir okul sistemine kadar her türlü resmi kurum ve ilişkilere farklı bir gözle bakmaya yönlendirdi. Bu anlamda disiplinin sadece askeri bir eğitimden, normlarla kurulu bir sistemden ibaret olmadığını nedenleriyle okumuş bulundum.
Cezalandırılma sisteminde disiplin ve normlarla kurulu bir sistem inşa edilirken bu normları da artık sadece yargıç değil, psikiyatristler, kriminologlar gibi insanların ‘normal’ insan kalıpları yaratarak toplumun suç dengesine bu kalıplarla ölçme eğilimine giriliyor. “Disiplinin efendisi ve ona tabi kılınmış olan arasındaki ilişki işaretle olmaktadır. Söz konusu olan emrin anlaşılması değil de, işaretin algılanması ve ona hemen, önceden kurulu, az çok yapay bir şifreye uygun olarak tepki gösterilmesidir. Bedenleri, her birine zorunlu ve tek bir cevabın bağlı olduğu küçük işaretler dünyasının içine yerleştirmek.’’(Foucault,Hapishanenin Doğuşu,sayfa 248).
Kitapta yazılı olan bu bölüm bana kapitalizmin insanı tek tipleştiren bir yanının olduğunu da hatırlattı ve Foucault’u Marksist yapısıyla okumak bu anlamda yararlı oldu. Foucault belki Marksist bir çerçeveyi edinmiş olmasaydı insan hakları ve aydınlanma düşüncesi gibi ilerleyici yaklaşımlara katılabilir ve bu kitabı yazma edimini gerçekleştiremezdi. Ama bu kitabı yazdıran da aslında bu tek tip hale gelen insanların egemenin altında bu hale geldiklerini, cezalandırılırken de bu egemenin güç aygıtlarının genişlemesiyle hayatlarının değiştiğini, disiplin ve terbiye gibi kavramların toplumda adeta derin bir sessizlik barındıracağını belirtir. Disiplin çoğalırken niteliklerle dolu bireyselleşme yaratır. Disiplin ve terbiye kalabalıkları, ayrışmazlıkları düzeltir ve düzene sokmaya çalışırken aslında daha fazla ayrıştırır ve bunu da hepsini birbirinden son derece farklılaştırıp aynı görünümü kazandırarak yapar. Bu sistemin normalleştirildiğini ve hiyerarşik gözetim, sınav gibi olguların normalliğinin altında yatan o bir kıvılcımla göz açma düşüncesini söyler Foucault. Disiplin adeta modern toplumun yeni yasasıdır.
İktidar adeta kendi gücünü meşru kılan itaatkâr bireyler yaratır. Büyük bir siyasal kuşatma içinde kalan bireyler, itaat ettiklerinin farkında da değillerdir çünkü bu kuşatma içinde ıslah görünümü vardır. Topluma yeniden kazandırılacak fakat topluma geri döndüğünde de damgalanmış suçu üzerinden atılmayacak olan bireyi hiyerarşik gözetim takip eder. Suç eyleminden önceki hayatından daha farklı bir hayat vardır onun için ve hapishanedeki ıslah edici diye adlandırılan çalıştırmalar bu yeni hayatında bir işe yaramayacaktır. Damgalanan birey artık suçunu sırtında taşıyacaktır ve kazandığı iş yapma, çalışma alışkanlığının karşılığını bulamayacaktır. Bu da görülmeden gözetim altında tutan bir hapishane sistemidir. Tıpkı günümüzde hala sorgulanan bir konu gibi, mahkûmlar hapishane gözetim altında ıslah edilirken, topluma gerçekten geri kazandırılıyor mu? Foucault bu soruma cevap vermekten öte daha farklı sorular da oluşturup kafamı karıştırdığı gibi aslında en net cevabı da konu başlığı olan görülmeden gözetim altında tutan hapishane sistemiyle verdi.
Disiplin sağlamaya yönelik düzenlemelerin arkasında; veba “salgınlar’’ından, isyanlardan, cinayetlerden, askerden kaçmalardan, ortaya çıkıp kayboluveren, düzensizlik içinde yaşayan ve ölen insanlardan duyulan dehşet okunmaktadır.
(Foucault, Hapishanenin Doğuşu, sayfa 293)
İktidarın bu anlamda kuşattığı kişilerden büyük olmadığı resmini ve gücün aslında kendi içinde kırılganlığını en iyi anlatan bölüm bu bölüm oldu.
Okuduğum çoğu kitaptan karmaşık ve Foucault’un düşünce yapısını, felsefesini bilmeden okumanın daha da zor olduğunu düşündüğüm bir kitaptı Hapishanenin Doğuşu. Foucault’un aslında hapishanelerden çok iktidar ve cezalara odaklandığı kitabının son sözü de kitabının tek cümlelik özeti sayılamasa da niteleyecek biçimdeydi:
Modern toplumda iktidarın olağanlaşması ve bilginin oluşumu konularındaki çeşitli incelemelere tarihsel arka plan olarak hizmet etmesi gereken bu kitabı burada kesiyorum.
(Foucault, Hapishanenin Doğuşu, sayfa 445)
E-bültenimize abone ol!
Haftanın en popüler içerikleri, en çok kazananlar ve staj haberleri bültenimizde.