Kısa Bir Film Değerlendirmesi: Silence
Kültür ve Sanat - 05 Temmuz, 2021 - Okuma Süresi: 5 Dk.
05 Temmuz, 2021
Silence, Cizvitlerin Japonya’daki misyonerlik faaliyetleri ve bu faaliyetlere karşılık Japon hükümetinin aldığı sert tedbirlerin ele alındığı, Martin Scorsese'in yönetmenliğindeki filmdir. Bu yazıda Silence filmini değerlendirdim.
16.yüzyılda, Reformist harekete karşı ortaya çıkan Cizvitlerin Japonya’daki misyonerlik faaliyetleri ve bu faaliyetlere karşılık Japon hükümetinin aldığı sert tedbirlerin gözler önüne serildiği bu filmde çeşitli sorular karşımıza çıkmaktadır: Cizvit misyonerleri hangi amaçla ortaya çıkmıştır ve neden misyonerlik faaliyetlerine köylerdeki alt sınıf insanlardan başlamışlardır? Japon hükümeti vergilerini düzenli ödemelerine ve yasalara itaat etmelerine rağmen neden Hristiyan olanlara bu kadar zulmetmektedir? Farklı kültürlerin varlığı ne gibi sorunlar yol açabilir? Modern dönem öncesi Japonya’da günümüz anlamıyla bir ‘millet’in varlığından söz edebilir miyiz? Bu yazıda, buradaki sorulara Silence filmi bağlamında cevaplar aranacaktır.
15. ve 16.yüzyılda Almanya’da patlak veren Reformcu hareketin giderek tüm dünyaya yayılmasıyla birlikte Kilise’nin egemenliği zayıflamaya başlamış ve Kilise’ye olan inanç giderek azalmıştı. Kilisenin ve Katoklikliğin eski konumunu geri kazanması için karşı reformcu bir grup ortaya çıkmıştı: Cizvitler. Papaya bağlılığından taviz vermeyen Cizvitler, Katolik inancının devamlılığı açısından kilisedeki katı olan uygulamaların esnetilmesi ve bazı yeniliklerin gerçekleştirilmesini gerekli gördüler. Bu yenilikler uğruna Reformistlerin araçlarını kullanmaktan geri kalmamışlardır. Bu araçlardan en önemlisi hiç şüphesiz eğitim ve misyonerlik faaliyetleridir. Cizvitler, Reformcu hareketin etkilerini kırmak için toplumun en alt tabakasından en üstüne kadar herkese yöneldiler. Cizvitlerin özellikle alt kesim köylü insanları ilk hedef olarak belirlemelerinin sebebi, o insanların yaşadığı zorluklar karşısında tutunacak bir dal aramalarıydı. Böyle bir arayış içerisinde olan insanları etkilemek daha kolay olacaktır. Filmde de görüldüğü üzere rahiplere karşı Hristiyan olmuş köylüler koruyucu bir tavır takınıyorlar ve rahiplere ‘kurtarıcı’ gözüyle bakılıyor. Aslında bu durum Katolik inancındaki Tanrı ile insan arasında bir aracı rolü gören rahiplerin konumunu gözler önüne seriyor. Hatta rahipler olmadan, Tanrı’nın onları görüp görmediğinden bile şüpheleniyorlar: “Tanrı bizi görür değil mi? Şu ana dek bir rahibimiz olmasa da görür”. Rahipler geldikten sonra ise adeta kendileri kurtulmuş, cennete kavuşmuş hissediyorlar: “Şimdi Paraiso’da Tanrı ile birlikte miyiz?”
Filmde bir diğer dikkat çeken husus ise bir ‘Japon kimliği’ vurgusudur. Geleneksel tarım toplumlarında yöneten ve yönetilen arasında bir özdeş kültürden bahsetmek mümkün değildir. Ulus devletleşme sürecinde bu ayrışma ortadan kalkar ve yöneten-yönetilen özdeşliğiyle birlikte kültürler de ortak bir hale gelir. Fakat Japonya örneğinde farklı bir durumla karşılaşıyoruz: Japonya’da 16. ve 17.yüzyıllarda homojen yapıda bir toplum karşımıza çıkıyor. Japon hükümetinin, Hristiyan misyonerlerin Katolikliği yaymasına karşı verdiği aşırı tepki bu homojenliğin farklı bir kültürle etkileşime girerek bozulması korkusudur. 17. Yüzyıl Japonyası'nın verdiği bu tepkiler, ulus devletlerdeki ulus yaratma sürecinde izlenen politikalarla ortak bir noktada kesişiyor: Standartlaştırılmış olanın dışına çıkanlar ya da o standartlar içinde kabul görmeyenler yok edilir. Japon hükümetinin ulus devletlerdeki gibi kendisine bir ‘öteki’ yaratması ve ötekileştirdiklerini yok etme çabası, "17. yüzyılın geleneksel tarım toplumlarında milletlerden bahsedebilir miyiz?" sorusunu beraberinde getirmektedir. Fakat buradaki homojenliğin din temelli olması ve bir etnik kökene bağlılık içermemesi modern millet anlayışına uymamaktadır. Osmanlı İmparatorluğu’nda da bir millet olma durumu söz konusuydu, fakat bu millet din temelli olup etnik kökene bağlı oluşmazdı. Müslümanlar, Türk olarak nitelendirilir; Ermeni, Rum gibi milletler Hristiyan oluşu üzerinden nitelendirilirdi. Buna binaen Osmanlı’da ‘millet’ sözcüğü ümmet anlamında kullanılmıştır. Yani bağlayıcı unsur dini inançtır. Japonya’da da böyle bir millet anlayışından bahsedebilir miyiz? Bahsedebiliriz; çünkü, din üzerinden temellenmiş ortak kültüre sahip bir toplum karşımıza çıkmakta. Bahsedemeyiz; çünkü, 17.yüzyıl Japonyası farklı kültürlerden ya da farklı dinlerden oluşan bir toplum değildi. Japonya genelinde tek bir dinin ve bu din üzerinden homojenleştirilmiş bir toplumun varlığı söz konusu.
İnsanoğlu içindeki ölüm korkusunu yok edecek, hatta ölümü bir kurtuluş yolu olarak gösterecek çeşitli dinlere iman etmiştir. Ölüme karşı duyulan korkusun azalması bu inanışlarla mümkün olmuştur. Fakat Japonya’da iman sahiplerinin çektiği ıstıraplar sonucunda Tanrı’nın ‘sessiz’ kalması ve ettikleri dualara bir yanıt alamamaları insanların imanını sorgulamasına sebep olmuştur. Japon hükümetinin, Hristiyanları çabuk bir şekilde öldürmemesinin sebebi de bu imandan şüphe duymanın gerçekleşmesini istemeleridir. Ayrıca bu şüphe sonucu imandan vazgeçiş diğer iman sahiplerini de etkileyecektir. Japon hükümeti bu durumu göz önünde bulundurarak sistemli bir işkence yöntemi kullanmıştır.
E-bültenimize abone ol!
Haftanın en popüler içerikleri, en çok kazananlar ve staj haberleri bültenimizde.