Amerikan Edebiyatı'nın Melankolik Prensesi: Sylvia Plath
Kültür ve Sanat - 05 Ocak, 2021 - Okuma Süresi: 7 Dk.
05 Ocak, 2021
Amerikan Edebiyatı'nın Melankolik Prensesi olarak anılan Sylvia Plath'in kendi deyimiyle bir sırça fanusa hapsolmuş hayatını ve yaşanmışlıklarının eserlerine yansımasını ele alıyoruz.
Onu, çoğumuz bir yerlerden duyduk ya da tanıyoruz aslında: Amerikan Edebiyatı'nın Melankolik Prensesi, kafasını fırına sokarak intihar eden kadın, büyük bir kesime göre Amerikan Edebiyatı'nın ilk feminist romanı Sırça Fanus'un yazarı, Lady Lazarus şiirini kaleme alan şair. Tüm bu sıfatların ardında Plath, gerçekten kim?
İlk şiirini sekiz buçuk yaşında, tekerlemelere olan ilgisinin "Bunu ben de yapabilirim." cümlesine dönüşmesiyle yazdığını söyleyen Sylvia'nın edebi hayatını anlamak için doğumundan itibaren onu tanımak önemli. 1932 yılının ekim ayında Massachusetts'te dünyaya geldi. Alman kökenli bir babanın ve Avusturya kökenli bir annenin çocuğu olan Sylvia'ya göre gelecekte bu kimlikler onun politik duruşuyla birleşip sanatına da yansıyacaktı. Aile kavramlarıyla ilgili yaşadığı buhranlar, "Daddy" isimli şiirinde ölü babasına olan öfkesinden rahatlıkla anlaşılan Sylvia'nın bu öfkesi ve hatta nefreti, büyük ihtimalle babasının Alman kökenlerine olan fanatizminden kaynaklanıyordu. Öyle ki bu nefretle yazdığı Daddy'de, babasının Nazi sevdasına Auscwhitz üzerinden atıfta bulunacak ve Lady Lazarus'ta annesinin Avusturyalı kökenlerine dayanarak kendisinin de bir Yahudi olabileceğini iddia edecektir. İç dünyasının bir hayli çalkantılı olduğunu söyleyebileceğimiz Plath, erken yaşamında da klinik depresyonunun ilk işaretlerini verecektir.
Babası Otto'nun ölümüne rağmen onunla yaşadığı sorunlu ilişkinin etkilerini atlatamayan Sylvia için bütün hayatı bir intihar ve bunalım keşmekeşine dönüşecek olsa da aynı zamanda onun sanatını besleyecektir. Edebiyatta ses getiren, yeni klasiklerden biri haline gelmiş Sırça Fanus romanının yarı-otobiyografik özellik taşıyan kısımları ise üniversite yıllarına tekabül eder: Çocukluğundan bu yana şiirlerini yayımlamanın ardından New York'ta Mademoiselle dergisinde bir staja başlar. Sırça Fanus'taki ana karakter Esther'in bunalım ve kadınlık baskısı içerisinde taşradan New York'a gelişi ve kendine yabancılaşma süreci, aslında tam da Sylvia'nın hayatını ele alır. Kitaptaki en etkileyici detaylardan biri Sylvia'yı temsil eden Esther karakterinin yazdığı kitapta ana karakterinin adını, kendi adı altı harften oluştuğu için altı harfli olarak seçmesidir. Tıpkı, Sylvia'nın ve Esther'in de altı harfli oluşu gibi. Bu stajın ardından Cambridge Üniversitesi'ne tam burslu olarak kabul alan Sylvia, Amerika Birleşik Devletleri'nden İngiltere'ye taşınmadan önce, Lady Lazarus şiirinde her on yılda bir yaptığını söylediği eyleme başvuracaktır: İlk intiharı.
Sylvia Plath, bariz bir şekilde sadece bunalmış değildi; tıbbi bir vakaydı. Annesinin uyku haplarıyla teşebbüs ettiği intihardan sağ kurtarılıp İngiltere'ye taşındıktan sonra hayatında babasının ardından ikinci bir erkeğin psikolojik zulmü ile savaşacaktı: İngiliz şair Ted Hughes. İlişki dinamikleri hala tartışmalı bir konu olsa da, bilindiği kadarıyla iki şairin stabillikten uzak ilişkilerinde genellikle Ted'in çapkınlığı ve Sylvia'nın paranoyaları temel sorunlar olmuştu. Buna rağmen Sylvia'nın, Ted'e duyduğu hislerin büyük bir aşk olduğu şu sözlerinden belliydi: "...Daha önce bu dergide Ted'in bazı şiirlerini okumuştum ve etkilenmiş, onunla tanışmak istemiştim. Küçük bir kutlamaya katıldım ve işte, Ted'le orada tanıştık. Sonra birbirimizde iyi şeyleri gördük. Ted, ardından Cambridge'e döndü ve birkaç ay içerisinde kendimizi evleniyor halde bulduk. Birbirimize şiirler yazar olduk." Her ne kadar, Sylvia'nın Ted ile BBC'de tanışmasına dair bu aşk dolu sözleri bir hayli romantik duyulsa da kuşkusuz, evlilikleri onu mahveden faktörlerden biri olacaktı. Onu mahvedecek bu evlilikten iki çocuk dünyaya geldi ve her ne kadar sorunlu olsa da, Plath-Hughes çifti Assia Gutmann ve David Wevill ile tanışana dek sürdü. Gywneth Paltrow'un Sylvia'yı canlandırdığı Sylvia filmine göre, başta aile dostu olan bu iki çiftin arasından yasak bir aşk doğdu: Ted ve Assia, birlikte olmaya başladılar.
Psikologların tartışma konusu olabilecek Plath'in hayatı bundan sonra düşüş noktasına geçti. Bu dönemde Colossus ve Sırça Fanus kitapları yayımlanmıştı ve Ariel'ın çıkışına gün sayılıyordu. Ted ile Assia'nın bir bebeğe sahip olacakları haberinin ardından Sylvia hayattan tamamen kopmuştu. Öyle ki, yazar Jillian Becker'ın anlattığına göre Sylvia ve çocukları bir gün ona ziyarete gelmişti ve ardından bir süre boyunca Becker ile eşiyle birlikte kalmışlardı. Bu süreçte Sylvia, arada bir aşırı manik olduğu günler haricinde genelde yatağında bitkin bir şekilde uzanmaktan başka bir şey yapamıyordu. Bu, yakında hayatına son vereceğine dair büyük bir işaretti ve maalesef ki ona engel olunamadı. Plath'in intiharını detaylarla konuşmak uzun sürecektir, bu yüzden neticeye baktığımızda bu süreçten çok da uzak olmayan bir akşam, 11 Şubat 1963'te çocuklarını uyuttuktan sonra baş uçlarına kurabiye ve süt bırakıp fırın gazıyla kendini öldürdüğünü görebiliriz. Elbette ki iki cümle ile sindirilebilecek bir hikaye değil, nitekim Sylvia'nın yüklü ve yoğun hayatındaki her ayrıntının onun edebiyatını etkilediğini biliyoruz.
Ya geriye ne bıraktı? Konu da bu. Açıkça bir feminizm beyanı olmaksızın, kadınlık kimliğinin şehirleşmeye rağmen hala aşağılık bir konumda görülmesinin altını çizdiği ve kendi bunalımlarını birebir yansıttığı Sırça Fanus romanı başta olmak üzere şiirleri ve anıları ondan geriye kalanlar oldu. Gizdökümcü şiirin önderlerinden biri oldu, Amerikan Edebiyatı'na damga vuran bir yazar oldu, yaşamı ve ölümüyle ayrı ayrı hafızalara kazındı. Elbette ki yazarları tanıyıp eserlerini okumak daima eserle okuru bütünleştiren bir yöntemdir; nitekim Sylvia için bu, eseri bambaşka bir perspektife taşır. Türkiye'de şiirleri Yusuf Eradam tarafından Türkçe'ye çevirisi yapılmış ve Kırmızı Kedi Yayınları tarafından temsil edilen Sylvia Plath'i görebileceğimiz bir başka yer de Nilgün Marmara'nın hayatındaki etkisi olacaktır. Dünyanın birçok yerinden birçok insanı etkilemiş Plath'i saygıyla anıyor ve onun eserlerini temsil edebilecek bir alıntısıyla yazıyı bitiriyoruz: "Çünkü ben nerede olursam olayım -bir gemi güvertesinde, Paris'te bir sokak kafesinde ya da Bangkok'ta- hep aynı sırça fanusun içinde kendi ekşimiş havamda bunalıyor olacaktım."
E-bültenimize abone ol!
Haftanın en popüler içerikleri, en çok kazananlar ve staj haberleri bültenimizde.