Gözetim Çağında Dijital Mahremiyet
Bilim ve Teknoloji - 16 Aralık, 2020 - Okuma Süresi: 6 Dk.
16 Aralık, 2020
İçinde yaşadığımız dönemi tanımlayabilecek en güzel cümlelerden birini Dickens'tan ödünç alırsak; "Zamanların en iyisiydi, zamanların en kötüsüydü hem akıl çağıydı hem aptallık. Hem her şeyimiz vardı hem de hiçbir şeyimiz yoktu..." Dijital Toplum dersim için okuduğum makaleler ve izlediğim belgeseller beni öyle etkiledi ki tüm bu öğrendiklerimi bir yazı halinde toparlayıp sizlerle paylaşmak istedim.
Dijital dünya, içinde yaşadığımız, havasını soluduğumuz dünyadan daha gerçek. Bizler yalnızca elimizde telefon, masamızda bilgisayar olduğunda, yeni aldığımız kıyafetle bir post çekindiğimizde, zevkimizin ve seçimlerimizin benzersiz güzelliğini herkese gösterdiğimizde ve onlardan yani muhtemelen yüz yüze hiç görüşmeyeceğimiz takipçilerimizden beğeni aldığımızda var oluyoruz. Bu mecralar bizdeki görülme hissini körüklüyor. Birileri bizi fark etsin, farkımızı anlasın istiyor ve ancak bu şekilde yaşadığımızı hissediyoruz. Kendi yaşamımızı cazip göstermeye çalışıyoruz. Eski gerçekliğini yitirmiş gerçek dünya bizim fikirlerimizi önemseyen insanlar yok ama sosyal medya dünyası bize her dakika “ne düşünüyorsun?” diye fikrimizi soruyor. Bizim beğenilerimizi merkezine koyuyor. Değil mi? Sosyal medya bizi kendi çevremizin ünlüsü haline getirdi. Herkes kendince biraz ünlü, herkes bir diğerinin paparazzisi oldu. Mahremiyet alabildiğine zedelendi. Görünür olmayı arzuluyoruz çünkü birileri bizim farkımızı anladığında var olduğumuzu hissediyoruz, değil mi? Öyle mi gerçekten? Arendt’in mahremiyet tanımı; insanın insan olabilmesi için sahip olması gereken koşuldur. Özgür bir insanı köleden ayıran temel unsurlardan biridir yani mahremiyet. O halde yanıtını aramamız gereken soru şu, “İnsan kendi kararıyla kendi mahremiyetinden vazgeçmeyi neden kabul eder?” Teknoloji hayatı kolaylaştırdığı iddiası ile hayatımıza girdi, evet. Peki ya; her seçim bir vazgeçiştir düsturu burada da geçerli miydi? Bize sunulan kolaylıklara erişebilmek için bir şeylerden vazgeçmemiz gerekiyordu. Neyden vazgeçtiğimizi sorgulamadık, belki çok da önemli gelmedi. O vazgeçtiğimiz şey mahremiyetti.
Kullanıcıyı merkezine alan bu sanal dünyalar; gerçeği, koparılması zor bir bağla sarıp sarmalıyor. Elimizdeki telefonlarla ilgili çok basit bir örnek vereyim. Telefonlar 1880’den bu yana yalnızca iletişim kurmamızı sağlayan basit bir aletten çok daha ötesi haline geldi, artık özel eşyamız diyoruz öyle değil mi? Şifresiz bırakmıyor, hatta bir başkasının içini kurcalaması için rahatça veremiyoruz. Peki ama neden Play Store’dan indirdiğimiz uygulamaların kullanım koşullarını, izinlerini hiç okumadan kabul ediyoruz? Telefonunuza erişim izni isteyen şirketler için neden bu gizlilik hassasiyetini göstermiyoruz? Bu soruyu çevremdeki insanlara da yönelttim, düşüncelerini sordum. 2 tür yanıt aldım; aldığım yanıtların çoğu “benim özelim yok ki” idi. Aslına buradaki nüans şu; yakınlarımıza karşı olan gizlilik hassasiyetimiz, tanımadığımız ve tanışma imkânımız olmayan, karşılaşma imkânımız dahi olmayan insanlara karşı yok. Çünkü onlar bizi yargılayamaz. Bize telefonumuzda gördükleri şeyler nedeniyle hesap soramaz. Biz yargılanmaktan korkuyoruz bir nevi. «Elalem ne der?» düşüncesi burada da etkin diyebiliriz sanırım.
Cambridge & Stanford Unv. araştırmalarındaki bir algoritmaya göre sosyal medyanın sizin kişiliğinizi eşinizden iyi tanıyabilmesi için 300 post beğenmeniz yeterli, biliyor muydunuz? Beğenilerinize göre hakkınızda öngörüde bulunuluyor. Bu veriler siyasi çalışmalar da dahil çoğu alanda kullanılıyor. Karşınıza çıkan reklamlar bu verilere göre şekil alıyor. Bilgilerimizin siyasi amaçlar için kullanıldığına dair en yakın örneğin, Cambridge Analytica ve ABD seçimleri olduğunu düşünüyorum. Great Hack'i hala izlemediyseniz hemen izleyerek Facebook'un verilerimizi nasıl siyasi manipülasyon için kullanıldığını görebilirsiniz. Hatta The Circle ve The Social Dilemma da bonus belgesel & film tavsiyem olsun. İzlerken çok net bir şekilde göreceksiniz ki; önümüze çıkan reklamlardan Netflix hesabımızdaki film afişlerine kadar aklınıza gelebilecek her şey bizim beğenilerimize göre şekilleniyor. Yani aslında tüm sosyal mecraların temel amacı, bizi olabildiğince ekran başında tutabilmak.
Sosyal medya ile artık kişiliğimizi dilediğimiz gibi, belki de hiç olmadığımız şekilde sergileyeceğimiz, sanal bir benlik olarak kullanabileceğimiz bir dünya var. Daha iyi görünmek, imrenilmek istiyoruz. “Fearing of missing out” yani gelişmeleri kaçırma korkusu her geçen gün daha da köklenerek devam ediyor. Herkesin gözünün elindeki telefonda olduğunu düşündüğümüzde kitle yönetiminin de hafife alınmayacak bir yeri olduğunu fark ediyoruz. Kamuoyu oluşturma ve gündem belirleme konusunda Bernard Cohen’in söylemiş olduğu harika bir cümle var, sizlerle paylaşmak istiyorum: “Basın, çoğu zaman insanlara ne düşüneceklerini söylemede başarılı olmayabilir, fakat okurlara ne hakkında düşüneceklerini söylemede fevkalade başarılıdır.” Bu söz 1963’e ait. 1963’ten bu yana bir şeylerin değiştiğini düşünüyorum. Çünkü artık basın yani yeni medya, insanların yalnızca ne hakkında düşüneceklerini belirlemiyor, neyi düşüneceklerini de belirliyor. Hatta halk, medyanın o konuya verdiği değer nispetinde bir olayın önemli ya da önemsiz olduğu hakkında fikir sahibi oluyor. Tekrar ile önem arasında sıkı bir ilişki vardır.
Dijitalden evet tamamıyla silinemeyiz. Bu imkânsız. Nereye adım atsak dijital ayak izimiz de orada kalacak. Ancak içerisinde yaşadığımız bu dünyayı ne kadar iyi tanırsak işte o kadar kontrolü elimizde tutabiliriz! Dijital bir distopyada değil dijital bir ütopyada yaşamak dileğiyle.
Vakit ayırıp okuduğunuz için teşekkür ederim. 😊
E-bültenimize abone ol!
Haftanın en popüler içerikleri, en çok kazananlar ve staj haberleri bültenimizde.